HAZAN
Hazan mevsiminin Ankara’yı kızıla boyadığı bir akşamüzeriydi. Yüksel Caddesi’nin kesme taşlarını yorgun adımlarla ezip geçiyordu Zeynep. Çevresinde devinen kalabalık, bitmeyen senfoninin silik ezgileri gibi belirsiz bir şekilde uğulduyordu. Kendini öyle yorgun, öyle bitkin hissediyordu ki, bir adım daha atacak derman kalmamıştı bacaklarında. Kendini ilk gördüğü banka boş bir çuval gibi bıraktı. Şimdi her şey yok olmuş gibiydi.Zeynep’in Gözleri, başı önünde, elinde tutuğu kitabı okuyan kadın heykelin yüzüne takılmıştı. Yontu Kadının yüzünde, insanların birbirlerine asırlardır yaptıkları zulmün izleri görülüyordu.
Zeynep etrafında olup bitenin ayrımında değildi. Kafasının içinde sevgilisiyle yaptığı görüşmenin her anı Ravel’in Bolerosu gibi kendini yineleyip duruyordu. Bir hafta önce Mamak Askeri Cezaevinde Ali’yi ziyaret etmişti. Sağ olsun Alinin annesi, onları baş başa bırakmış, görüşten vazgeçmişti, rahat konuşsunlar diye yan kabinde Cennet Ananın yanına ilişmişti. Birkaç dakika da olsa, askerin gözetiminde o tel örgülerin arasında Ali’nin güneş gibi parlayan yüzünü görmüş, gözlerindeki çiçeklerden bir demet koparabilmişti. Kelimelerin yetersiz kaldığı, ne söylense hep bir eksiklik duyulduğu anlardı bu anlar. Onlar aynı heyecanı, hayalleri, umutları içlerinde yeşertmişler, bu vatan için, insanlar için güzel, yaşanılası bir dünyayı istemişlerdi. Konuşamadılar, birbirlerinin gözlerine baktılar, güldüler, sevdalarını, özlemlerini umutlarını, inançlarını gördüler birbirlerinin gözlerinde, gülüşlerinde…
Zor dönemden geçiyordu ülke gibi, insanlarda, aşklarda. Eylülün filiz kıran fırtınası, her birini bir yana savurup atmıştı. Kimileri göçmen kuş olmuş kaçıp gitmişti yabana, kimileri yakalanıp atılmıştı içeriye, kimileri ise sessiz, yapayalnız kalmıştı kör köşelerde. Dağılmıştı o büyük coşku dalgası, karanlık çökmüştü Ankara’nın gecekondularının üstüne. İnsanlar sessiz ve sinikti. Kendilerini evlerine sıkı sıkı kapatıyorlar, çekiyorlardı perdeleri üzerine. İşte böylesi bir süreçte kaybolmuştu o güzel insanlar. Kimsede sormuyordu bu güneş yüzlü çiçek gözlü çocukları. Sanki onlar hiç var olmamış gibi davranıyorlardı. Ülke, Ankara, insanlar hazana tutulmuş yapraklar gibi fırtınanın önünde oraya buraya savruluyorlardı…
Saatler geçmiş kalabalık seyrelmişti. Zeynep üşüdüğünü hissetti. Akşamın serinliği ufak ufak ısırıyordu yüzünü. Kalktı bir an dengesini yitirmiş gibi sallandı sonra emin adımlarla Karanfil Sokak’taki çay evine doğru yürüdü. Orada içerdeki arkadaşlardan ve Ali’den haberler alabilirdi. Grev ne durumdaydı? Durumu kötüleşenler kimlerdi? Çayhanede tutuklu yakınlarından bir kaçını bulacağından emindi Zeynep. Yanılmamıştı. Kadim dostu Cennet ve Medine Ana baş başa vermiş hararetli hararetli bir şeyler konuşuyorlardı. Öfkeliydi sesleri. Kızıyorlardı aydınlara, yazarlara. Zeynep onlara seslendi.
- Merhaba güzel analarım.
- Merhaba Zeynep kızımız. Gel şöyle yamacımıza.
- Nasılsınız?
- Nasıl olem kızım bizim kızanları görüşe çıkartmeyola. Sen nişleyon?dedi Cennet Ana.
- Nasıldı görüş? Çocuklardan bir yeni bir haber var mı? dedi Zeynep.
- Evet , Zeyno kızım. İçeride işler karışık, grev ölüme dönmüş. Çocuklarımızın durumu çok ağırmış, kimileri hastaneye kaldırılmış” deyince Medine Ana. Zeynep’in kalbi hızlı hızlı çarpmaya başladı.
Kimler hastaneye kaldırılmıştı? Ali’nin durumu nasıldı? Daha fazla bilgi almak için diger insanlarla iletişim kurmaya çalıştı. Aklına çevresi geniş olan Perihan geldi onun devletin çeşitli kademelerinde görev alan akrabaları vardı. Mutlaka çocuklarla ilgili yeni haberler ondadır diyerek Cennet ve Medine anadan ayrılıp telefon kabinine gitti...
Telefon konuşması bitiğinde Zeynep’in yüzü sapsarı olmuştu. Sanki öleyazdı. Kabinden çıkmaya çalıştı, fakat daha ilk adımda yere düştü. Cennet ve Medine ana Zeynep’in yanına koştular. Elini yüzünü kolonya ile ovuşturup onu ayıltmaya çalıştılar.
Bir süre sonra Zeynep gözlerini açmıştı. Etrafına bom boş bakıyordu. Derinden gelen hıçkırıklar arasında” Alim, Ali… deyip göz yaşına boğuldu.
FİKRET DOĞAN
21 Kasım 2008 Datça.